Can Arıcılar
FUTBOL EKONOMİSİ VE FİNANSAL İKTİDARSIZLIK
FUTBOL EKONOMİSİ VE FİNANSAL İKTİDARSIZLIK
Dikkat ederseniz tüm bu sorunların kaynağında şirketleşme, vahşi rekabet, yabancı limitinin kaldırılması ve Bosman kuralı gibi liberal politikalar var. Liberal politikalar ülke ekonomilerine ne yapıyorsa futbol ekonomisine de aynısını yapıyor. Piyasaların serbestleşmesi, sistemi her zaman daha istikrarsız ve kırılgan bir hale getiriyor.
Çaktırmamaya gayret etseler de dört büyükler iktisadi açıdan, kelimenin tam anlamıyla, can çekişiyor. Hepsinin başı dik, zira boğazlarına kadar borca batmış durumdalar. Baskın seçimler, tansiyonlu kongreler, temkinli transfer politikaları ekonomik darboğazın semptomları. Tabii bu sadece Türkiye futboluna değil Avrupa’nın tüm büyük liglerine nüfuz etmiş bir hastalık. Zaten son zamanlarda futbol endüstrisi üzerine incelediğim akademik yayınların büyük bir kısmı sektördeki artan finansal kriz potansiyeline işaret ediyor.
Bosman kuralı futbolu nasıl değiştirdi?
Futbol ekonomisinin birinci kırılma anı muhakkak ki Bosman kuralıdır. Belçikalı futbolcu Jean-Marc Bosman’ın 1995 senesinde kazandığı dava sayesinde profesyonel futbolcular sözleşmelerinin sonunda serbest kalma hakkını elde etmişlerdi. Küçük kulüplerle büyük kulüpler arasındaki makas Bosman’dan sonra açılmaya başladı. Eskiden altyapıdan çıkan yıldız birkaç topçu sayesinde vasat ve altı takımlar büyüklere karşı rekabet gücü elde edebiliyorlardı. Yönetim istemediği müddetçe futbolcuyu satmak zorunda değildi. Bu yüzden de transfer döneminde büyük kulüpler, o zamanın piyasa şartlarına göre, kesenin ağzını açmak zorunda kalıyorlardı. Fakat Bosman kuralıyla birlikte küçük kulüpler, yetiştirdikleri oyuncular serbest kalıp bedavaya gitmesin diye, eskisinden daha düşük rakamlara oyuncularını erken elden çıkarmak durumunda kaldılar. Böylece büyük takımlar gelecek vaat eden futbolcuları bedavaya ya da görece düşük fiyata transfer edebilir hale geldi.
Tabii aynı şekilde küçük Avrupa liglerinin büyük takımlarındaki yıldızlar da kolayca Avrupa’nın en büyük takımlarına transfer olmaya başladı. Mesela Edgar Davids (1996) ve Patrick Kluivert (1997) Bosman kuralından faydalanarak Ajax’tan Milan’a, Brian Laudrup da (1998) Glascow Rangers’tan Chelsea’ye bonservissiz transfer olmuşlardı. Bugün Almanya’nın herhangi bir takımında parlayan herhangi bir oyuncunun sezon sonunda Bayern’e transferi neredeyse kural haline geldi (bkz. Süle, Hummels, Lewandowski, Götze, Neuer, Mandzukic vesaire).
Seksenli yıllarda Şampiyon Kulüpler Kupası ve UEFA Kupası’nde sık sık Steaua Bükreş, Kızıl Yıldız, Ajax, Benfica, Galatasaray, Marsilya, Anderlecht, Partizan, Videoton, Göteborg ve Malmö gibi takımların final ya da yarı-final oynadığına rastlanırdı. Bu takımların çoğunda dünyaca ünlü yıldız futbolcular top koştururdu. Bugün Romanya ya da İsveç’ten bir takımın Şampiyonlar Ligi’nde bırakın yarı final oynamayı gruplara kalması bile mucize oluyor. Zaten 2004-2005’ten bu yana Şampiyonlar Ligi finali İspanya, İtalya, Almanya ve İngiltere olmak üzere sadece dört ülke kulüpleri arasında oynanıyor. Son yıllarda çeyrek finale çıkan sekiz takımın dördü banko sabit (Barcelona, Real Madrid, Bayern Münih, Juventus), kalan dördü de yine 7-8 takım arasından sezonluk performansa göre değişiyor. Dikkat ederseniz tüm bu sorunların kaynağında şirketleşme, vahşi rekabet, yabancı limitinin kaldırılması ve Bosman kuralı gibi liberal politikalar var. Liberal politikalar ülke ekonomilerine ne yapıyorsa futbol ekonomisine de aynısını yapıyor. Piyasaların serbestleşmesi, sistemi her zaman daha istikrarsız ve kırılgan bir hale getiriyor. Çaktırmamaya gayret etseler de dört büyükler iktisadi açıdan, kelimenin tam anlamıyla, can çekişiyor. Hepsinin başı dik, zira boğazlarına kadar borca batmış durumdalar. Baskın seçimler, tansiyonlu kongreler, temkinli transfer politikaları ekonomik darboğazın semptomları. Tabii bu sadece Türkiye futboluna değil Avrupa’nın tüm büyük liglerine nüfuz etmiş bir hastalık. Zaten son zamanlarda futbol endüstrisi üzerine incelediğim akademik yayınların büyük bir kısmı sektördeki artan finansal kriz potansiyeline işaret ediyor.
Kel görünmeye başladı
Futbol büyük bir endüstri. Müthiş paralar dönüyor. Ancak Avrupa futbolu toplamda 28-30 milyar avroluk bir piyasa olmasına rağmen kulüpler kâr etmiyor. Bugün baktığımızda Manchester United’ın 570 milyon, Benfica’nın 350 milyon, Inter’in 325 milyon, Valencia’nın 300 milyon, Barcelona’nın 300 milyon, Queens Park Rangers’in 300 milyon, Milan’ın 265 milyon, CSKA Moskova’nın 240 milyon, Juventus’un 220 milyon, Roma’nın 220 milyon, Sunderland’in 220 milyon, Dinamo Moskova’nın 175 milyon, FC Kopenhag’ın 150 milyon dolar net borcu var. Liste uzayıp gidiyor. Bizim üç büyüklerin net borcu da takım başı 150-200 milyon dolar civarlarında ama gelir-gider tabloları pek transparan olmadığından gerçek rakamların tam olarak ne olduğunu biz bilemiyoruz.
Borç, kendi içinde iyi ya da kötü bir şey değildir. Çektiğiniz krediyi büyümenizi sağlayacak ve düzenli akar getirecek yatırımlarda kullanırsanız iyidir, ölü yatırımlarda çarçur eder ya da tüketim için harcarsanız kötüdür. 300-500 milyon dolar gibi rakamlar kulağa çok büyük gelse de ödeyebilme kapasiteniz, yani sürekli gelir akışınız, varsa çok ciddi bir problem teşkil etmez. Mesela borç/gelir oranı yüzde 80 civarlarında olan Manchester United, düzenli tribün, yayın ve mağaza gelirleri ile yüksek lig ikramiyeleri olduğundan borcunu rahatlıkla döndürebilir. Fakat son 10 yıldır çok kötü yönetilen Benfica için aynı oran yüzde 350’leri geçmiş durumda. Benfica’nın Portekiz bankalarına olan borcu hızla artıyor çünkü turnuvalarda gerileyen kulüp mevcut borcunu çevirecek seviyede düzenli gelir elde edemiyor. Yani Barcelona, Real Madrid, Manchester United ve Juventus gibi kulüpler için, en azından şimdilik, bir sorun yoksa da Benfica, FC Kopenhag, Roma, Inter ve Sunderland gibi kulüplerin başı büyük dertte.
Kulüplerin en büyük harcama kalemleri aylık futbolcu ücretleri, transfer bütçeleri ve vergilerdir. Dolayısıyla hızla artan borçluluk oranlarını anlamak için evvela transfer piyasasının dinamiklerini çözümlemek gerekir.
Bosman kuralı futbolu nasıl değiştirdi?
Futbol ekonomisinin birinci kırılma anı muhakkak ki Bosman kuralıdır. Belçikalı futbolcu Jean-Marc Bosman’ın 1995 senesinde kazandığı dava sayesinde profesyonel futbolcular sözleşmelerinin sonunda serbest kalma hakkını elde etmişlerdi. Küçük kulüplerle büyük kulüpler arasındaki makas Bosman’dan sonra açılmaya başladı. Eskiden altyapıdan çıkan yıldız birkaç topçu sayesinde vasat ve altı takımlar büyüklere karşı rekabet gücü elde edebiliyorlardı. Yönetim istemediği müddetçe futbolcuyu satmak zorunda değildi. Bu yüzden de transfer döneminde büyük kulüpler, o zamanın piyasa şartlarına göre, kesenin ağzını açmak zorunda kalıyorlardı. Fakat Bosman kuralıyla birlikte küçük kulüpler, yetiştirdikleri oyuncular serbest kalıp bedavaya gitmesin diye, eskisinden daha düşük rakamlara oyuncularını erken elden çıkarmak durumunda kaldılar. Böylece büyük takımlar gelecek vaat eden futbolcuları bedavaya ya da görece düşük fiyata transfer edebilir hale geldi.
Tabii aynı şekilde küçük Avrupa liglerinin büyük takımlarındaki yıldızlar da kolayca Avrupa’nın en büyük takımlarına transfer olmaya başladı. Mesela Edgar Davids (1996) ve Patrick Kluivert (1997) Bosman kuralından faydalanarak Ajax’tan Milan’a, Brian Laudrup da (1998) Glascow Rangers’tan Chelsea’ye bonservissiz transfer olmuşlardı. Bugün Almanya’nın herhangi bir takımında parlayan herhangi bir oyuncunun sezon sonunda Bayern’e transferi neredeyse kural haline geldi (bkz. Süle, Hummels, Lewandowski, Götze, Neuer, Mandzukic vesaire).
Seksenli yıllarda Şampiyon Kulüpler Kupası ve UEFA Kupası’nde sık sık Steaua Bükreş, Kızıl Yıldız, Ajax, Benfica, Galatasaray, Marsilya, Anderlecht, Partizan, Videoton, Göteborg ve Malmö gibi takımların final ya da yarı-final oynadığına rastlanırdı. Bu takımların çoğunda dünyaca ünlü yıldız futbolcular top koştururdu. Bugün Romanya ya da İsveç’ten bir takımın Şampiyonlar Ligi’nde bırakın yarı final oynamayı gruplara kalması bile mucize oluyor. Zaten 2004-2005’ten bu yana Şampiyonlar Ligi finali İspanya, İtalya, Almanya ve İngiltere olmak üzere sadece dört ülke kulüpleri arasında oynanıyor. Son yıllarda çeyrek finale çıkan sekiz takımın dördü banko sabit (Barcelona, Real Madrid, Bayern Münih, Juventus), kalan dördü de yine 7-8 takım arasından sezonluk performansa göre değişiyor.
Kolpak kuralının getirdikleri
Bosman kuralının hemen ardından, eskiden 3+2 olan, yabancı kuralı da gevşetildi. Slovak hentbol oyuncusu Maros Kolpak’ın 2000 yılında açmış olduğu davayı kazanmasıyla birlikte AB ülkeleri arasındaki serbest dolaşım ve çalışma hakkı yasası futbolcular için de uygulanmaya başladı. AB üyesi olmayan ülkeler ilk etapta buna direnseler de zamanla rekabette geri düşeceklerini düşündüklerinden yabancı kuralını esnetmek zorunda kaldılar. Büyük kulüpler, bütün Avrupa’dan, alabildikleri kadar yabancı oyuncu almaya başladılar. Bu dibe doğru yarış sayesinde transfer piyasası daha önce eşi benzeri görülmemiş hacimlere ulaştı. Piyasalaşmanın bir sonucu olarak transferde üçüncü şahıslar, yani futbolcu adına kulüp yönetimleriyle pazarlık yapan menajerler, dönemi başladı. Eskiden pazarlık işini futbolcuların kendileri ya da babaları yapardı. Şimdiyse faizden, enflasyondan, vergi kaçırmaktan ve hukuktan anlayan simsar menajerler futbolcuların rantları yükseltirken kendilerine de bu ranttan pay çıkardılar. Transferden geçinen menajerler kendi futbolcu izleme (scouting) ekiplerini kurarak işi profesyonel pazarlamaya döktüler. Tıpkı ilaç reprezantları gibi kulüp kulüp dolaşıp futbolcu pazarlamaya başladılar. Zamanla doygunluğa ulaşan piyasada önerilen futbolcuların kalitesi de düştüğünden “menajer kazığı” dediğimiz fenomen ortaya çıktı (bkz. Güiza, Tabata, Carrusca, Mitroviç).
Piyasada müthiş bir rant olduğu için zamanla burada da sektörel bir konsantrasyon yaşandı. Bazı münferit menajerler şirketleşerek büyüdüler. Sistem tıpkı kapitalizmin küçük esnafı yok etmesi gibi küçük menajerleri de yok etti. Bugün mafyatik bir ortam haline alan transfer piyasasının yüzde 85’i birkaç menajerlik şirketinin elinde bulunuyor. Jorge Mendes ve Mino Raiola gibi menajerlerin komisyonları çoğu sporcunun kazançlarını geçiyor. Mesela Raiola, 93 milyon avroluk Pogba transferinden 20 milyon avro avanta almıştı.
Vaktiyle Victor Becali ve Juan Figer’in bizim kulüp yöneticileriyle birebir çalıştıklarını biliyoruz. Yani aslında menajerinden futbolcusuna, teknik direktöründen kulüp başkanına kadar herkes, “bonus” kisvesi altında, bu avantadan payını alıyor. Daha geçen gün Galatasaray’ın Ndiaye transferindeki “açıklar” ortaya çıktı. Dolayısıyla ortada ciddi bir menfaat çatışması (conflict of interest) ve ahlaki çöküntü (moral hazard) söz konusu. Başkanlar hiçbir malî yükümlülük taşımadıklarından kulüplerin bilançolarını şişirebildikleri kadar şişiriyorlar. Demirören’in, Yıldırım’ın ve Aysal’ın yediği hurmalar yüzünden yakında bu kulüpler Katarlı iş adamlarına yok pahasına satılmak zorunda kalabilir. Belki Riva ve Florya Galatasaray’ı kurtarabilir ama diğerlerinin böyle kıymetli taşınmazları da yok.
Diğer sistemik verimsizlikler
Futbolda transferle alakalı dikkat edilmesi gereken üç kritik husus vardır. Bunlardan birincisi, yeni teknik direktör para harcar. Nokta. Mesela Galatasaray’ın son yıllarda artan borçluluğunun bir sebebi de son 4 buçuk yılda 6 teknik direktör değiştirmiş olması. Her gelen hoca 3-5 transferle geliyor. Bir de kalburüstü yabancı futbolcuları bizim ligimize çekmek için başka hiçbir yerde alamayacakları yıllık ücretler veriliyor. Sonra atsan atamıyorsun, satsan satamıyorsun. Yollamak için dünya kadar tazminat ödemen gerekiyor. Eboue bir sene boyunca B takımla antrenmana çıkmak pahasına takımdan gitmedi. Riera aynı şekilde, aldı üç buçuğu yattı iki sezon. Hele yıldız teknik direktörler daha beter; Del Bosque’ye sekiz buçuk, Tigana’ya üç, Aragones’e üç, Rijkaard’a üç, Daum’a iki buçuk, Prandelli’ye iki milyon avro tazminat ödendi. Ders bir; iyi bir teknik direktör bulup uzun yıllar onunla çalışacaksın.
İkincisi, Simon Kuper’in de tespit ettiği gibi, Hollandalılar yüksek fiyatlandırılır (over-priced). Hollanda futbolu esasen bitmesine rağmen bugün hala “total futbol” ve Cruyff ekolünün yarattığı marka değerinin ekmeğini yiyor. Huntelaar ve Drenthe’nin Real Madrid’e, Overmars’ın Barcelona’ya, Depay’in Manchester United’e, Klaassen’in Everton’a fahiş bonservis ücretleriyle transferleri bu hipotezi doğrulayan örneklerden sadece birkaçı. En son Liverpool van Dijk gibi bir stopere 85 milyon avro gibi saçma sapan bir para yatırdı. Bu transferlerin çoğu harcanan paraları karşılayacak performanslar ortaya koymadılar. Adamlar resmen tüm Avrupa’yı dolandırıyor. Ders iki, transferde portakal cazibesine fazla kapılmamak lazım.
Üçüncüsü, son Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası yıldızları da yüksek fiyatlandırılır. Transfer yaparken futbolcuların son zamanlardaki performanslarına fazla ağırlık verip aşırı değer biçmek sıklıkla düşülen hatalardan biridir. Bunun en güzel örneği büyük şampiyonalarda yaşanır. Senegal ile 2002 Dünya Kupası’nda çeyrek final oynayan El-Hadji Diouf’un Liverpool’a, yine 2002’de parlayan Kleberson’un Manchester United’a, 2004 Avrupa Şampiyonası’nda dikkat çeken Van der Meyde’nin Everton’a, 1998 Dünya Kupası’nın iyilerinden Denilson’un Real Betis’e transferleri ilk akla gelen örneklerden. Ders üç, uluslararası kupalardaki 3-5 maçlık performansların gazına gelmemek gerekir.
Finansal istikrarsızlık hipotezi
Velhasıl Bosman ve Kolpak, belki istemeyerek, Hollanda, Belçika ve Portekiz dahil olmak üzere Avrupa’daki pek çok ligin çöküşünün fitilini ateşleyen adamlar oldular. Bu iki kural sistemdeki aktörlerin irrasyonel davranışlarıyla birleşerek bugünkü fahiş transfer piyasasını yaratmak suretiyle ulusal liglerdeki rekabeti ortadan kaldırdı. Bayern beş, Juventus altı sezondur şampiyon. Diğer ligler de 2-3 aynı takım arasında dönüyor. Bu hafta puan tablolarına bakın, İtalya hariç bütün ligler bitmiş durumda. Henüz daha ocak ayındayız.
Öte yandan bu çılgın piyasanın yarattığı dibe doğru yarış bütün kulüpleri şimdi içinde bulundukları borç sarmalına dolamış durumda. İktisatçı Hyman Minksy’nin finansal istikrarsızlık modeline göre ekonomik aktörler işler yolundayken geleceğe olumlu beklentilerle bakma eğilimde olduklarından haddinden fazla risk alırlar. Bu aşırı hareketlenme varlıkların gerçek değerleriyle piyasa fiyatları arasındaki bir makas yaratır. Finansal piyasalarda spekülasyonla döndürülen bilançolar zamanla iyice şişerek borcun borçla ödendiği Ponzi fazına evrilir; çünkü şirketlerin gelirleri faiz ödemelerini dahi karşılayamıyordur. Bu noktada artık, “Minsky anı” da denilen, tetikleyici bir olay beklentileri tersine çevirerek balonu patlatır ve piyasalar serbest düşüş halinde çöker. Aslında futbol endüstrisi dünyayı 2007-2008 yıllarında finansal çöküşüne götüren şablonu kendi içinde tekrar ediyor. Kulüpler son 20-25 yılda iyice liberalleşen bu sistemde fazla olumlu beklentiler ve yanlış dürtülerle (incentive) birlikte boylarını aşan harcamalar yaptılar. Bunların çoğu da getirisi olmayan yanlış transfer harcamaları, yani ölü yatırımlardı. Bugün birçok kulübün düzenli gelirleri bu borçların ödemeleri karşılayamıyor. Parma (2015), Rangers (2011), Fiorentina (2002), Leeds (2002), Portsmouth (2008) bu çarkı daha fazla çeviremeyerek (tıpkı Lehman Brothers gibi) iflas ilan edip dördüncü lige düşürülen kulüplerden sadece birkaçı. Henüz Ponzi fazına girmemiş Man City, PSG, Chelsea ve Monaco gibi kulüpler de (tıpkı Merrill Lynch ve Bear Sterns gibi) mafyatik bir iş adamı tarafından satın alınıyor. Birbirleriyle dibe doğru yarışan bizim üç büyüklerin de Arap ya da Çinli iş adamlarına lokma olmasına ramak kaldı.
Dikkat ederseniz tüm bu sorunların kaynağında şirketleşme, vahşi rekabet, yabancı limitinin kaldırılması ve Bosman kuralı gibi liberal politikalar var. Liberal politikalar ülke ekonomilerine ne yapıyorsa futbol ekonomisine de aynısını yapıyor. Piyasaların serbestleşmesi sistemi her zaman daha istikrarsız ve kırılgan bir hale getiriyor. Bu yüzden de şimdi UEFA tüm bu pisliği temizlemek için finansal fair-play (FFP) gibi düzenlemeleri uygulamaya çalışıyor. Hatta UEFA başkanı Ceferin’in, sistemin altını kazan haksız rekabeti azaltmak adına, Amerikan “salary cap” (ücret tavanı) kuralını gündeme getireceği söyleniyor. Zira ekonomik sistemlerin liberteryen anarşiye değil planlamaya, düzenlemeye ve idare edilmeye ihtiyacı vardır. Kendi haline bırakılan piyasaların zinciri salınmış köpek gibi davranarak kendi çöküşlerini hazırladığının artık çok iyi anlaşılmış olması lazım. Modern futbol endüstrisinde de olay bundan ibaret.